19 Aralık 2008 Cuma

Alevileri Yakmak ve Madımak Sendromu

Geçtiğimiz pazar günü Sabah Gazetesinde (1) Murat Bardakçı’nın başta Aleviler olmak üzere farklılıkları zenginlik olarak gören, farklılıklarla bir arada yaşamayı savunan insanlar açısından ibret örneği oluşturacak tarihsel bir olayı anlatan son derece önemli bir yazısı yayınlandı.

Bardakçı yazısında 1450 yılında Osmanlı padişahı II:Mehmet (Fatih Sultan) zamanında Hurufi inançlı insanların Edirne’de nasıl diri diri yakıldığını konu ediniyordu.

“Osmanlı Engizisyonu” adlı kitabımı yazarken Hurufilerin yakılması konusunu ele almıştım. Ne var ki benim ulaşabildiğim kaynaklar yakılan insanların sayısını 10’dan fazla göstermiyordu.

Elbette utanç tarihi açısından inançları nedeniyle bir kişinin yakılmasıyla bin kişinin yakılması arasında elbette bir fark olmadığını biliyorum. Fakat Bardakçı’nın yazdıklarını okuduğumda dehşetle irkildiğimi itiraf etmeliyim. Bardakçı Edirne’de Fatih Sultan Mehmet gözetiminde binlerce Hurufi’nin yakılmasından söz ediyordu.

Çoğumuzun dikkatinden kaçan yazının ilgili bölümünü buraya alıyorum:
“Edirne'nin hemen dışındaki geniş çayırlarda, 1450'li yılların sonlarına doğru günlerce devam eden bir çabayla büyük, çok büyük ve birkaç bin kişiyi alabilecek devâsâ bir çukur kazıldı. Kazma işi nihayete erdikten sonra, çukuru bir ormanın hacminden daha fazla miktarda odunla ve çalı-çırpı ile doldurup odunları ateşe verdiler. Hararet, cehennemi hatırlatır gibiydi. Alevler göklere yükseldiğinde, askerler, ellerikolları bağlı binlerce kişiyi ite-kaka çukurun etrafına sürüklediler. İlk tekbiri, herkesin hürmet gösterdiği sarıklı, yaşlı bir zât getirdi. Bunu, çukurun etrafındaki askerlerin gerisinde durup olup biteni takip eden binlerce kişinin hep bir ağızdan getirdiği tekbirler ve ardarda sıralanan lânetler takip etti. Askerler, çukurun başına sürükledikleri elleri-kolları bağlı binlerce kişiyi bir anda alevlere atmaya başladılar. Diri diri ateşe fırlatılanların feryadları tekbirlere ve lânetlere karışıyor; kavrulanların mikdarı arttıkça çukura odun takviyesi yapılıyordu. Etrafı genzi yakan ve dayanılmaz bir yanık et kokusu sarmış, duman her tarafı bürümüştü. Ama, saatler boyu devam eden bu facia dinmeden, hiç kimse meydanı terketmedi; son kurbanın da kömürleşmesine kadar orada kaldılar ve diri diri kavrulanların ruhlarına lânet okuduktan sonra dağıldılar. Yakılanların suçları "Hurufi" olmaları idi”

Bardakçı’nın betimlediği tablonun vahametini anlatmaya söz bulmak mümkün değil. Avrupa’daki engizisyon sürçlerinde dahi bu boyutta bir kıyımın bir anda yaşandığı görülmüyor. Binlerce insanın ateş kuyularında canlı canlı yakılması, bunun planlanması ve uygulanması yakılanların belki birkaç katı insanın yakma işine seferber edilmesini gerektiriyor. Yani vahşete binlerce insan katılıyor, ortak oluyor. Bir de yaşanan zulmü alkışlayanları hesaba katarsak tablo iyiden iyiye kararıyor.

MADIMAK SENDROMU
1450’de Edirne’de binlerce Hurufinin diri diri yakılması insan olana elbette 2 Temmuz 1993 Madımak vahşetini hatırlatıyor!

Ve birileri kalkıp Hurufilerden 500 yıl sonra daha dün insanların inançları nedeniyle diri diri yakılmasının unutulmaması yönündeki insanlık çağrısına “Madımak Sendromu” adı koymaktan geri durmuyor, hem de barış ve kardeşlik sözcülüğüne soyunarak.

Sendrom yaşayanlar kim oluyor bu durumda, barış ve kardeşlik için, farklılıklarla bir arada yaşamak için Madımak’ı unutmayalım çağrısı yaşayanlar mı, vahşetin üstünü kapatarak ataşe odun taşıyanların bir anlamda sırtını sıvazlamış olanlar mı?

Ertuğrul Özkök ırkçıların, şeriatçıların işlediği cinayetlerden hiç ders almaksızın Hırant Dink cinayetinden sonra, katil sürülerinin yerine insanların Hırant Dink’e sahip çıkmasını Madımak Sendromu (2) olarak nitelerken acaba ne söylediğinin farkında mı?

HAK ADEMDEDİR…
Evet salt inançlarından dolayı binlerce Hurufi yakılmıştı. Ve Hurufi olarak adlandırılan kimseler elbette Aleviydi. Fazullah Hurufi’nin sistematize ederek şekillendirdiği Hurufilik inancı her türlü sırrın ve kerametin seste, sözde, yazıda ve tüm bunların insanda olduğu ilkesine dayanıyordu. Timur'un oğlu Mirânşah, 1394'te Fazlullah'ı işkence ile katlettirmiş, katliamdan kaçan insanlar Anadolu’ya, Alevi Bektaşi dergahlarına sığınmışlar ve giderek onun ayrılmaz bir parçası olmuşlardı.

Alevi öğretisi/inancı cem meydanında, görgü sorgu sırasında durulan üç dardan birini Fazullaha adamış, “Fazlı Darı” demiştir. Fazullah Hurufi ve onun önde gelen öğrencisi Nesimi Aleviliğin pirleri, uluları arısında yer almıştır. Ve ayrıca Nesimi deyişleri ile Alevi inancının şekillenmesinde büyük bir rol oynamıştır.


Notlar
(1) Sabah, 14 Ocak 2007
(2) Hürriyet, 24 Ocak 2007

02.02.2007 14:37:46

YAZAR:ALİ YILDIRIM

Hiç yorum yok: