22 Aralık 2008 Pazartesi

Mem u zin filmini izle

Birbirini deliler gibi seven 2 aşığın hikayesini anlatan dramatik bir film izlemenizi kesinlikle tavsiye ediyorum müthiş bir film


19 Aralık 2008 Cuma

Alevileri Yakmak ve Madımak Sendromu

Geçtiğimiz pazar günü Sabah Gazetesinde (1) Murat Bardakçı’nın başta Aleviler olmak üzere farklılıkları zenginlik olarak gören, farklılıklarla bir arada yaşamayı savunan insanlar açısından ibret örneği oluşturacak tarihsel bir olayı anlatan son derece önemli bir yazısı yayınlandı.

Bardakçı yazısında 1450 yılında Osmanlı padişahı II:Mehmet (Fatih Sultan) zamanında Hurufi inançlı insanların Edirne’de nasıl diri diri yakıldığını konu ediniyordu.

“Osmanlı Engizisyonu” adlı kitabımı yazarken Hurufilerin yakılması konusunu ele almıştım. Ne var ki benim ulaşabildiğim kaynaklar yakılan insanların sayısını 10’dan fazla göstermiyordu.

Elbette utanç tarihi açısından inançları nedeniyle bir kişinin yakılmasıyla bin kişinin yakılması arasında elbette bir fark olmadığını biliyorum. Fakat Bardakçı’nın yazdıklarını okuduğumda dehşetle irkildiğimi itiraf etmeliyim. Bardakçı Edirne’de Fatih Sultan Mehmet gözetiminde binlerce Hurufi’nin yakılmasından söz ediyordu.

Çoğumuzun dikkatinden kaçan yazının ilgili bölümünü buraya alıyorum:
“Edirne'nin hemen dışındaki geniş çayırlarda, 1450'li yılların sonlarına doğru günlerce devam eden bir çabayla büyük, çok büyük ve birkaç bin kişiyi alabilecek devâsâ bir çukur kazıldı. Kazma işi nihayete erdikten sonra, çukuru bir ormanın hacminden daha fazla miktarda odunla ve çalı-çırpı ile doldurup odunları ateşe verdiler. Hararet, cehennemi hatırlatır gibiydi. Alevler göklere yükseldiğinde, askerler, ellerikolları bağlı binlerce kişiyi ite-kaka çukurun etrafına sürüklediler. İlk tekbiri, herkesin hürmet gösterdiği sarıklı, yaşlı bir zât getirdi. Bunu, çukurun etrafındaki askerlerin gerisinde durup olup biteni takip eden binlerce kişinin hep bir ağızdan getirdiği tekbirler ve ardarda sıralanan lânetler takip etti. Askerler, çukurun başına sürükledikleri elleri-kolları bağlı binlerce kişiyi bir anda alevlere atmaya başladılar. Diri diri ateşe fırlatılanların feryadları tekbirlere ve lânetlere karışıyor; kavrulanların mikdarı arttıkça çukura odun takviyesi yapılıyordu. Etrafı genzi yakan ve dayanılmaz bir yanık et kokusu sarmış, duman her tarafı bürümüştü. Ama, saatler boyu devam eden bu facia dinmeden, hiç kimse meydanı terketmedi; son kurbanın da kömürleşmesine kadar orada kaldılar ve diri diri kavrulanların ruhlarına lânet okuduktan sonra dağıldılar. Yakılanların suçları "Hurufi" olmaları idi”

Bardakçı’nın betimlediği tablonun vahametini anlatmaya söz bulmak mümkün değil. Avrupa’daki engizisyon sürçlerinde dahi bu boyutta bir kıyımın bir anda yaşandığı görülmüyor. Binlerce insanın ateş kuyularında canlı canlı yakılması, bunun planlanması ve uygulanması yakılanların belki birkaç katı insanın yakma işine seferber edilmesini gerektiriyor. Yani vahşete binlerce insan katılıyor, ortak oluyor. Bir de yaşanan zulmü alkışlayanları hesaba katarsak tablo iyiden iyiye kararıyor.

MADIMAK SENDROMU
1450’de Edirne’de binlerce Hurufinin diri diri yakılması insan olana elbette 2 Temmuz 1993 Madımak vahşetini hatırlatıyor!

Ve birileri kalkıp Hurufilerden 500 yıl sonra daha dün insanların inançları nedeniyle diri diri yakılmasının unutulmaması yönündeki insanlık çağrısına “Madımak Sendromu” adı koymaktan geri durmuyor, hem de barış ve kardeşlik sözcülüğüne soyunarak.

Sendrom yaşayanlar kim oluyor bu durumda, barış ve kardeşlik için, farklılıklarla bir arada yaşamak için Madımak’ı unutmayalım çağrısı yaşayanlar mı, vahşetin üstünü kapatarak ataşe odun taşıyanların bir anlamda sırtını sıvazlamış olanlar mı?

Ertuğrul Özkök ırkçıların, şeriatçıların işlediği cinayetlerden hiç ders almaksızın Hırant Dink cinayetinden sonra, katil sürülerinin yerine insanların Hırant Dink’e sahip çıkmasını Madımak Sendromu (2) olarak nitelerken acaba ne söylediğinin farkında mı?

HAK ADEMDEDİR…
Evet salt inançlarından dolayı binlerce Hurufi yakılmıştı. Ve Hurufi olarak adlandırılan kimseler elbette Aleviydi. Fazullah Hurufi’nin sistematize ederek şekillendirdiği Hurufilik inancı her türlü sırrın ve kerametin seste, sözde, yazıda ve tüm bunların insanda olduğu ilkesine dayanıyordu. Timur'un oğlu Mirânşah, 1394'te Fazlullah'ı işkence ile katlettirmiş, katliamdan kaçan insanlar Anadolu’ya, Alevi Bektaşi dergahlarına sığınmışlar ve giderek onun ayrılmaz bir parçası olmuşlardı.

Alevi öğretisi/inancı cem meydanında, görgü sorgu sırasında durulan üç dardan birini Fazullaha adamış, “Fazlı Darı” demiştir. Fazullah Hurufi ve onun önde gelen öğrencisi Nesimi Aleviliğin pirleri, uluları arısında yer almıştır. Ve ayrıca Nesimi deyişleri ile Alevi inancının şekillenmesinde büyük bir rol oynamıştır.


Notlar
(1) Sabah, 14 Ocak 2007
(2) Hürriyet, 24 Ocak 2007

02.02.2007 14:37:46

YAZAR:ALİ YILDIRIM

18 Aralık 2008 Perşembe

TÜRKİYE DEĞİŞİYOR

“Resmini millet doya doya yüzüne tükürsün diye basıyoruz” diye yazmışlardı Cumhuriyet’in birinci sayfasındaki fotoğrafının altına...
1951 yılıydı.
Fotoğraftaki adam, Nâzım Hikmet’ti.
Hapislerde çürütüleceğine, öldürüleceğine inandığından Türkiye’den kaçıp Sovyetler’e sığınmıştı.
“Nâzım da Moskofların şakşakçı peyki oldu” başlığıyla çıkmıştı Cumhuriyet...
Şimdi Nâzım, ders kitaplarında “Türkiye’nin en büyük şairlerinden biri...”
Cumhuriyet’in de gözdesi...
* * *
“Zaman değişir; biz de onunla değişiriz.”
Değişir değer yargılarımız, görüşlerimiz...
Dünkü “vatan hainleri”ni gün olur “kahraman”a çeviririz.
Nâzım’ın “hain” ilan edildiği yıl, Yaşar Kemal de bir kuşağın canına okuyan 142. maddeden (“sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis... vs”den)
Kozan Cezaevi’nde yatıyordu.
142. madde çöplükte bugün...
Yaşar Kemal, Cumhurbaşkanı’nın sofrasında...
* * *
Yılbaşında TRT, 24 saat Kürtçe yayına başlıyor; inanabiliyor musunuz?
Daha 10 yıl önce “Yeni albümüme Kürtçe bir parça koyacağım” dedi diye Ahmet Kaya‘nın nasıl linç edildiğini hatırlıyor musunuz?
Ahmet Kaya mezarda şimdi; ama Kürtçe, devlet televizyonunda...
* * *
Ermeni meselesi de bu toplumun el sürülmez tabularından biriydi. Bugün bir grup aydın, bu tabuyu vicdanla kırıyor; “1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felaket” konusunda “Ermeni kardeşlerinin duygu ve acılarını paylaşıyor, özür diliyor”.
Dışişleri Sözcüsü “Açık bir toplumda her konu rahatça konuşulabilmeli” diyor.
Hrant Dink’i anmanın vaktidir:
“Bu, siyasal bir konu değil, bir vicdan meselesidir” diyen oydu...
Hrant mezarda şimdi... ve onun barış çağrılarıyla gömüldüğü toprak, ilk kez bir kardeşlik mesajı veriyor.
* * *
Sırada 6-7 Eylül olayları var. Tomris Giritlioğlu’nun yeni filmi “Güz Sancısı”, Türk siyasi hayatının bir başka utanç sayfasıyla hesaplaşıyor.
CHP lideri, kıyafeti kötü diye Âşık Veysel’i Atatürk Bulvarı’na sokmayan “tek parti” dönemini eleştiriyor.
Aleviler, uzun bir mücadele sonunda inandıkları gibi ibadet edip çocuklarına kendi inançlarına saygılı bir eğitim verebilme haklarını devlete nihayet kabul ettiriyorlar.
Dokunulmazlığıyla nam salmış bir emekli paşa, mahkeme önünde kanlı bir geçmişin hesabını veriyor.
Türkiye değişiyor.
* * *
Amerika’da Obama’yı iktidara taşıyan sihirli sözcük “değişim”...
Bir “isim”den çok bir “fiil”, bir ihtiyacın, bir özlemin ifadesi...
O rüzgâr, sessizce Türkiye semalarında esiyor şimdi...
Rengârenk bir toplumu tek tip elbiseye tıkmaya çalışan statükocuların uykularını kaçırsa da, yeni “Tükürün!” kampanyalarına yol açsa da, kimi öncülerin canına mal olsa da, canlar alıp canlar yakarak, tabuları tabutlara çakarak, dipten ve ağır aksak, geliyor değişim...
CAN DÜNDAR

17 Aralık 2008 Çarşamba

MEM U ZİN

Cizre hükümdarlarından Mir Abdullah'ın oğlu Mir Zeynuddin zamanında (854 Hicri, 1451/1451 Miladi) yıllarında olay meydana gelmiştir.
Kürt şairi, bilgini olan Ehmedê Xanî tarafından yazılmış ve 1695 yıllında tamamlanmıştır. Bu bu eserin hangi tarıhte yazılmış olduğu hakkında hiçbir belge yoktur. 1690 yılında yazmaya başladığı söylenmektedir.
Xanî'nin, hangi tarihte doğup hangi tarihte vefat ettiği hakkında da kesin bilgiler mevcut değil. Buna rağmen Xanî'nin (1651/52) yılında Hakkârî bölgesinde bulunan Xân köyünde dünyaya geldiği ve ismini buradan aldığı yargısı güçlüdür. Ehmedê Xanî, Kürt edebiyatına can verenlerin başında gelmektedir. Ve Kürt halkına birçok eser armağan etmiştir. Bu eserlenden biri (şaheseri) olan Mem û Zîn'dir.

Ahmedê Xanî, bu olaydan yaklaşık olarak 240 yıl sonra Cizre'ye gelmiş ve eserini yazmıştır. Bu ölümsüz eser hakkında günümüze kadar onlanca inceleme kitabı ve yüzlerce makale yayınlanmış, konferanslar düzenlenmiş, tartışmalar yapılmıştır. Bir eseri üzerine bunca şey yapılmışken, Ehmedê Xanî'yi anlatmak ve bir kaç sayfaya sığdırmak elbette ki mümkün değildir.

Cizre Beyi, Mir Zeynuddin'in Zîn ve Sitî adlarında iki tane bacısı vardı.

Zîn, beyaz tenli, beyin can ciğeriydi. Bey onu çok severdi. Sitî ise esmer, selvi boylu biriydi. Tacdin, Beyin Divan Vezirinin oğluydu. Hikâyenin ana
kahramanı Mem ise Tacdin'in manevi kardeşi ve dostuydu. Botan bölgesinde baharın müjdecisi olan Mart ayında (21 Mart Newroz), eğlence ve bayram günlerinde çoluk - çocuk bütün Cizre halkı kırlara çıkar süslenirlerdi.

İşte böyle bir günde Mem ile Tacdin kendilerine kızlar gibi süs verip ve kıyafet değiştirerek şenliğe katılırlar. Şenlik alanına vardıklarında
erkek kıyafetli iki kişiyi görürler. (onlar Sitî ile Zîn'di) Onları görür görmez ikiside yere düşüp bayıldılar. Sitî ile Zîn bayan kıyafetli iki
erkeği iyice süzerek onlar sezmeden kendi yüzeklerini onların parmaklarına geçirip oradan ayrılırlar. Mem ile Tacdin ayıldıklarında kendilerinin bezgin
ve sersem onlduklarını görürler. Bu esnada Tacdin Mem'in parmağında, üzerinde Zîn yazılı mücevheri fark eder, Tacdin Mem'ın parmağına doğru elini
uzatınca Mem de onun parmağında bulunan pana biçilmez ve üzerinde Sitî yazılmış olan yüzüğü görür. İkiside Sîti ve Zîn'in ne yapmış olduklarını
anlarlar. Sitî ile Zîn dadıları olan Heyzebun'a anlatırlar. Dadıları bir hekim kılığına girerek hasta olan Mem ve Tacdin'in yanına varıp, Sitî
ve Zîn'inde onlar gibi yandığını söyler ve yüzükleri geri ister. Tacdin yüzüğü geri verir. Fakat Mem 'bununla yaşıyorum' diyerek yüzüğü vermez.
Mem ile Tacdin kalkıp arkadaşlarına durumu anlatırlar. Bunun üzerine Tacdin için Cizre'nin önde gelenleri Cizre Bey'inden Sitî'yi Tacdine isterlerler.
Bey, Tacdin'e Sitî'yi verir. Böylece yedi gün yedi gece düğün yapılır. Aslen Botanlı olmayıp İran'ın bir köyünden (Merguverli) olan Beko, Bey'in kapıcısıdır.
Tacdin Beko'yu hiç sevmez. Bey'e kaç sefer bu adamın kapıcılığa layık olmadığı söyler fakat bey: 'değirmenimiz onunla dönüyor. Köpekler de
kapıcıdırlar' der. Beko, Bey'in Zîn'i Mem'e vermemesi için 'Efendim, Tacdin kendi tarafından Zîn'i Mem'e vermiş.' Bunun üzerine kızan Bey,
'and içerim ki; Zîn'i eş olarak Mem'e vermeyeceğim' der. Bey'in ava çıktığı bir günde Mem Zîn'i görmek için bahçeye girer. Mem'i gören Zîn birden yıkılıverir
yere. Bu sırada Mem onu görmez gül ve reyhanları seyrederek şöyle der:

'Ey gul! Eger tu nazenînî, / 'Ey gül! Gerçi sen de nazeninsin,
Kengê tu ji rengê ruyê Zîn'î / Sen nerde, Zin'in yüzünün rengi nerde?
Ey sınbıl! Eger heyî tu xweş bû, / Ey sünbül! Gerçi senin güzel kokan var,
Reyhan ji te bûyîne sîyehrû, / Reyhan senin için kara yüzlü olmuş.
Hun ne ji mîsalê zilfe yarin / Fakat siz yarimin zülfine benzemezsiniz.
Hun her du fızûl û he zekarın / İkiniz de arsız ve herzecisiniz.
Ey bılbıl! Eger tu ehlê halî / Ey bülbül! Gerçi sen de aşk adamısın,
Perwanyê şem'ê werdê alî, / Kırmızı gül mumunun pervanesisin.
Zîn'a me ji sorgula te geştir / Benim Zîn'im senin kırımızı gülünden daha şendir.
Bext'ê me ji talıê te reştir' / Benim bahtım da senin talihinden daha karadır.'

Mem bunu söyledikten sonra Zîn'i görür ve oda orada bayılır. Ava giden Bey, avdan dönünce Mem'i bir abaya sarılmış bir şekilde bahçede görür. Mem
'Beyim, biliyorsunuz ben hastayım canım sıkıldı gezeyim derken sonra kendimi burda buldum'der. Bey'in yanında bulunan Tacdin abanın altında
Zîn'in saçlarını görür, durumu anlayan Tacdin Bey'i ikna ederek divana doğru götürür. Daha sonra eve gidip Sitî ve çocuğunu evden çıkararak,
evi ateşe verir. Böylece Mem ile Zîn'in kurtuluşu için Tacdin evini feda eder. Emsali görünmemiş bir dostluk örneğini sergiler. Beko'nun oyunlarıyla
beyle satranç oynamaya ikna edilen Mem başlangıçta ilk üç oyunu alır. Beko Mem'in iyi oynadığını görünce Mem'in yönünü Zîn'e doğru çevirir. Zîn'i görüp
hayallere dalan Mem, Bey'e yenilir. Sevgilisinin Zîn olduğunu öğrenen bey Mem'in zindana atar. Bir seneye yakın zindanda kalan Mem, Zîn'in hasretine dayanamayıp
ölür. Mem'in cenazesinin kaldırıldığı esnada Tacdin Beko'yu görüp öldürür.

Beko'nun öldüğünü gören Zîn, bakın hakkında ne düşünüyor:

'Ey şah û wezirê izz-û temkin! / 'Ey izz ve temkinli şah ve vezir!
Ez hêvî dikim ne kin înadê / Rica ediyorum inatetmeyiniz,
Der heqqê vi menbeê fesadê / Bu fesat kaynağı hakkında.
Lewra ku xwedanê ins û canan / Çünkü insanlar ve cinlerin Allahın,
Wi xaliqe erd û asimanan, / Yer ve göklerin yaratıcısı,
Roja ewî hubbe da hebîban / Sevgiyi, sevgilileri verdiği gün,
Hıngê ewî buxzê da raqiban / O zaman buğzu da rakiblere verdi.
... / ...
Em sorgulin, ew jibo me xare / Biz kırmızı gülüz, o bizim için dikendir
Em gencîn û ew jibo me mare / Biz hazineyiz o bizim için yılandır.
Gul hıfz-ı di bin bi nûkê xaran / Güller dikenlerin gagasıyla korunur,
Gencîne xwedan di bin bi maran / Hazinelerde yılanlarla beslenir.
... ...
Ger ew ne bûya di nêv me hail / Eğer o olmasaydı aramızda engel,
Işqa me di bû betal û zail' / Aşkımız da buzulur ve zail olurdu.'

Nasıl ki bir gülü diken, hazineyi de yılan koruyorsa, bizim de bekçimiz (köpeğimiz) Beko olacaktır. Diyen Zîn, Mem'in mezarının
başında devamlı ağlayarak şöyle der:

'Ey vücudumun ve canımın mülkümün sahibi,
Ben bahçeyim, sen de bahçıvan
Senin bahçen sahipsizdir
Sen olamazsan onlar neye yarar
Kaşlar, gözler, zülüfler neyedir.
Zülfümü tel tel çekeyim
Sonra yarim sen beni belki değişik görürsün
En iyi hepsi yerinde kalsın
Hakk'a emanetim teslim ediyim.'

Diyerek yapıştığı Mem'in mezar taşında canını verir. Bey, Zîn'i gömmek için Mem'in mezarını açtırarak Zîn'i sarktığı esnada şöyle seslenir:

'Memo! Al sana yar! der.

Xanî, bu aşk hikâyesini, Kürt halkı arasında oldukça yaygın olan ve sözlü gelenek yoluyla yüzyıllarca dilden, dile dolaşan 'Memê Alan Destanı''ından esinlenerek yazmıştır. Mitolojik bir nitelik kazanan
bu destan M.Ö.'den bu yana halk arasında, daha çok 'dengbêj' 'ler tarafından ve özellikle uzun kış gecelerinde ard arda uzayıp giden gecelerde manzum ve bazen de anlatıcı durup mensur (hikaye edici bir dille) a
nlatırdı. Uzun soluklu bu dengbêjleri, halk âdeta büyülenmiş bir şekilde ve kendinden geçercesine saatlerce dinler ve onu takip eden gecelerde hikâyenin
sonunu büyük bir sabırsızlık ve merakla beklerdi. Halkın ilgisini göre anlatıcısı da hikâyenin kısa veya uzunluğunu belirler. Xanî, 'Mem û Zîn' ' i XVII. Yüzyılın
sonlarında yazmıştır. O dönemde yazılmış olan bütün eserlerde Arapça ve Farsça'nın etkisi altında kalıp bu dillerden kelimeler mevcuttur. (Bu Divan Edebiyatı'nın
da bir özelliğidi.) Bunda dolayıdır ki bu Mem û Zîn'de de bu etkiyi görebilmek mümkündür. Buna rağmen bu eser, Kürt dilinin ve zengin kültürünün ispatıdır. Xanî'nin, 'Kurmancım, kûh-î kenarî ' (Kürdüm, dağlıyım, kenardanım) deyişi,
sanırım birçok sorunun cevabı niteliğindedir. Bu eser, ilk olarak Ahmed Faîk tarafından (1143 hicri-1730 miladî) yılında Azeri Türkçesine çevrilmiştir.
Sırrı Dadaşbilge, 1969 yılında nesre çevirip, beyitlerini sadeleştirmiştir. 42 yaprak 83 sayfadan meydana gelmiş bu çevirinin ilk sayfası zayidir. Faîk,
Ehmedê Xanî'den 35 yıl sonra çeviri yapmıştır. İki ayrı yerden kendisinden bahsetmekte olan Faîk ayrıca gazellerin son beyitlerinde mahlaz kullanmıştır.
İkinci olarak Abdulaziz Halis Çıkıntaş 1906 yılında Türkçeye çevirmiştir. Fakat kitap bir türlü basılamaz. Arapça, Fransızca, Almanca, Rusça başta olmak üzere birçok
dile çevrisi yapılmıştır. 1968 yılında M.Emin Bozarslan tarafından Türkçeye çevirilmiştir. Leyla ile Mecnun, Romeo ve Juliyet gibi Mem û Zîn'de dünyanın ölümsüz edebi eserleri arasında yerini almıştır. Ve yine bu eserlerdeki gibi
Mem û Zîn'de de beşeri aşktan ilahî bir aşka yükseliş vardır. Bu aşk etrafında Xanî, çağın sosyal, kültürel, dini ve idari durumunu güçlü bir şekilde tasvir
etmiş, bölge (Botan bölgesi)'nın törelerini, bayramlarını (Burada Newroz bayra**nın yeri oldukça önemli...), bayramlarla birlikte av partilerini,
kır eğlencelerini kısacası halkın bütün yaşantı tarzlarını görebilmek mümkündür. Aşk unsurunun yanında, dağlardan (Cudi, Tura 'Tur dağı'), sulardan
(Özellikle Dicle nehrini), ağaçlardan, hayvanlardan, kuşlardan (Bülbülün önemi büyük), bitkilerden (Bülbülle bağlantılı olarak gül'den ), renklerden,
kokulardan sık sık bahsetmekte bunları okuyucunun zihninde canlandırıp adete gözler önüne sermektedir:

MEM BI DÎCLE'RA DI BEYÎVE / MEM'IN DİCLE'YE SESLENİŞİ

'Ey Şıbhetê eşkê min rewane! / 'Ey benim gözyaşlarım gibi dökülen nehir!
Be Sebr û Sıkünî aşiqane / Ey âşıklar gibi sabırsız ve sükûnetsiz nehir!
Bê Sebr û Qerar û bê Sıkûnî / Sabırsız, karasız ve sükûnetsizsin,
Yan Şıbhetê min tu ji cinûnî? / Yoksa benim gibi sen de deli misin?
Qet nine jibo tera qerarek / Senin için hiçbir karar kılmak yok,
Xalıb di dilê tedaye yarek.' / Galiba senin gönlünde de bir yar var.'

Dicle'ye seslenen Mem'in onunda kendisi gibi sabırsız ve sükünetsiz bir âşık olduğunu döktüğü gözyaşlarını da Dicle'nin suyunu benzetmesi, Dicle'yi kendisi gibi deli, aşık görmesi bunların her biri Mem'in kendi vasıflarını Dicle nehrine de yüklemesi ile, böyle bir bağlantı
kurmuştur. Dicle suyu gibi Mem'in dağa ve rüzgara karşı seslenişi;Zîn'in de muma kamlara ve pervaneye seslenişi bunların her biri bahtsız olan Mem ve Zîn'in içinde bulundukları çaresizleği anlatır.

ZÎN BI FINDÊRA DI BEYÎVE / ZÎN MUMA SESLENİYOR

'Ey henser û hemnişîn û hemraz / 'Ey sır ve oturma arkadaş, baş arkadaşım!
Herçendi bî sohtinê wekî min / Gerçi yanmak yönünden benim gibi sin sen,
Emma ne bî gotinê wekî min / Fakat konuşmak yönünden benim gibi değilsin.
Ger şibhetê min te jî bî gota / Eğer sen de benim gibi söyleseydin
Dê min bî xwe dil qewî ne sohta.' / Benim de gönlüm fazla yanmazdı.'

Zîn bir sohbet arkadaşı aramakta ve derdini muma yanmaktadır. Xanî, aynı zamanda hikâyede ateşin önemine, kutsallığı da deyinmiş: Mem, Zîn'le beyin bahçesinde buluşuyorken bey, av partisinden döner beyin döndüğünü gören Tacdin, Mem'i kurtarabilmek için evini ateşe verir. Burada ateş kurtarıcı bir görev almaktıdır. Diyebiliriz ki Xanî, Zedüştlük inancının düalizminden etkilenmiştir. Zerdüşt dininde düalizm (iyi-kötü, aydınlık-karanlık) var. Mem û Zîn'de de ikili sistem esas alınır. 'Kötünün bilinmediği yerde iyiyi tarif edemezsin. Her şey zıddı ile izah edilir.' İyiliği ve aydınlığı Mem û Zîn; kötülüğü ve karanlığı ise Beko'ya veren Xanî, aynı zamanda ay ile güneş, ateş ile su, kadın ile erkek, melek ile iblis gibi ikili temaları oldukça işlemiştir. Bununla birlikte dönemin yönetimini elinde tutanları, gericiliği, zalimleri, kötü niyetli kimseleri yermiş, haksız düzene karşı âdeta isyan bayraklarını göklere çekmiştir. Haksızlığa ve feodal düzene karşı cephe alan Xanî, haksızlığa uğrayanların, yoksulların ve çarezilerin yanında yer almış. Kötülüğü, ikiyüzlülüğü fitne ve fesatçılığı yine dalkavukluğu Bekir (Beko)'de; doğruluğu, iyiliği, suçsuzluğu, güzeli ve çaresizliği de Mem ve Zîn'de toplamıştır. Fakat, bu âşkın büyüklüğüne ve ölümsüzlüğüne en büyük katkıyı sağlamış olan Beko'dur. Evet, yaşadıkları sürece kendilerine cefa çektiren onların kavuşamamaları için her türlü fitne ve fesatlığa başvuran Beko, bu aşkın edebîleşmesinde büyük rol oynamıştır. Mem ve Zîn'in ölümünden sonra Bey Beko'nun söylediklerine kulak verdiği için pişmanlık duyar, fakat iş işten geçmiştir. Onlar ebedî mutluluğa erdiler. Aşk Botanda ebedileşti, aşk MEM Û ZÎN'de ölümsüzleşti.

16 Aralık 2008 Salı

BİR KÜRT'ÜN ÖZÜRÜ

Aidiyet duygusundan yoksun, biz vefasız Kürtler, yüce Türk devletine ve aziz
Türk halkına verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz...

Ne 1839'da, ne 1843'te, ne 1878'de, ne 1921'de, ne 1925'te, ne 1926'da, ne
1927'de, ne 1930'da, ne 1937'de ve ne......'de öl öl bitemedik... Öldükçe
çoğaldık ve cellatlarımızdan çok yaşadık, hâlâ 20 milyonuz, özür dileriz...

Tarihte Selahaddin-i Eyyubiler, Ebu Hanife Ahmet Dineveriler, Abdülkadir
Geylaniler, Meleye Ciziriler, Feqiye Teyranlar, Molla Goraniler, Ebu Suudlar,
İdris-i Bitlisiler, Ehmede Xaniler, Mewlana Halidler,
Cemal Süreyyalar, Ahmed Arifler, Orhan Asenalar, Yılmaz Güneyler
yetiştirdik. Kültür, bilim, sanat, din ve edebiyat'ta bu coğrafya'ya ruh kattık,
hala da iflah olmadık, özür dileriz...

1071'de aynı dindeniz diye size kucak açtık; omuz omuza Malazgirt'te Bizans'a
karşı savaştık, özür dileriz...

Çanakkale'de yedi düvele karşı imparatorluk güneşi batmasın diye oluk oluk
kan akıttık, Çanakkale'yi geçirtmedik, özür dileriz...

1920'lilerde itilaf kuvvetlerini hep birlikte Anadolu'dan çıkarttık, özür dileriz...

Lozan'da iki devlete ne gerek var, birlikte kardeş kardeşe gül gibi geçinip
gideriz dedik, özür dileriz...

Ne asıl kuruculuğun nimetlerinden yararlandık ne de azınlıklar kadar hak
sahibi olabildik; bu şarkı böyle olmamalıydı diye itiraz ederek de ukalalılık
yaptık, özür dileriz...

"Vatandaş Türkçe Konuş "kampanyasına karşın biz onurumuz olan, varoluşumuzun
nedenlerinden olan Şam şekerinden daha tatlı olan anadilimizle konuştuk, her
kelime için" bedel" ödedik, yanlış yaptık özür dileriz...

"kuyruklu Kürt, dağ Türkü" küfürlerini lügatinize soktuk, analarınızın ak sütü
gibi temiz olan dilinizi kirlettik, insanlarınızın edebini bozduk; özür dileriz...

Varlıklarımızı Türk varlığına tamamen armağan edemedik, Giritlere, Mekkelere,
Balkanlara, Kafkaslara ve Ortadoğu'ya sürüldük, özür dileriz...

Şehirlerimizin, ilçelerimizin, köylerimizin, dağlarımızın, ovalarımızın
isimlerini medenileştirmek adına değiştirdiniz, biz ısrarla ve inatla eski
isimlerini kullandık, özür dileriz...

Alfabenizde olmayan x,w,q harflerini çocuklarımızın isimlerinde
kullandık, alfabenizin huzurunu kaçırdık özür dileriz...

İçlerimizden birileri sadece fikirlerini açıkladığı için gece yarıları jitem'in
kurşunlarına hedef oldu, gündemi fail-i meçhul cinayetlerle meşgul ettik; özür dileriz...

Kutsal bayramımız newrozlarda "yaşasın halkların kardeşliği "dedik, görüntü
ve gürültü kirliliği yarattık, özür dileriz...

Her rengin tıpkı ebruli sanatında olduğu gibi kardeşçe, uyum ve barış içinde
biribirini yok etmeden yaşayabileceklerini düşündük, özür
dileriz..... Çok özür dileriz.... Ama çok özür dileriz....

S.Fethi SANCAR

1 Aralık 2008 Pazartesi

ALEVİLİK NEDİR?

Allah, Muhammed, Ali kutsallığını kalbinde taşıyan , Hz.Ali’nin adaletinden ayrılmayan temelinde insan sevgisi bulunan her dine , mezhebe ser inanca saygı duyan ve hoşgörü ile bakan, dil, din, ırk, renk , farkı gözetmeyen eline diline sahip olma ilkelerini şart koşan, gelmek isteyen, inançlı insanları çatısı altına alarak manevi susuzluklarını gideren, insanları yaşadıkları toplumda kendi istekleriyle kendi kendilerini yargılamalarını sağlayan, laik,demokrat, eiştlikçi, katılımcı, paylaşımcı düşünceyi savunan, zalime ve zulme karşı gelen, mazlumun yanında olan, şeriatın bağnaz kuralllarına bağlı olmayan, ve onu reddeden, İslam dinini kendine göre ve sunni inancın dışında yorumlayan, aslı doğruluk, kemali dostluk, cevheri, merhamet, görüşü eşitlik, hazinesi bilgi, meyvası sevgi hamuru ile yoğrulmuş, insanı Kamil ve erdemli insan yaratmayı ön gören, korkuyu aşıp sevgi ile tanrıya yönelen, Enel-Hak ile insanın özünde tanrıyı gören, yaradan ile yaradılan ikiliğinen Varlk Birliğine varan, edep ve ahlaklığı yaşamın temeline oturtan, insanı yücelten, hamurunda hem ilahiliğin hemde irfaniliğin mayası bulunan; kişinin ahlaklı ve karakterli yaşam ilkelerini belirleyen, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’den gelen neslin imametini teberra ve tebelle ilkesi ile sahiplenen, dini biçim ve şekil olarak değil, gerçek anlamıyla algılayan, dini bağımsız bir irade gücü ve batını özelliği ile evrimleştiren akıl ve iman bütünlüğünde birleştiren ve tüm bunları Kırklar Cemi ile yürüten bir inanç sistemidir. Alevilik Aleviler için üst kavramı, Bektaşilik ve Kızılbaşlık ise alt kavramları oluşturur.

Alevilikte Allahtan başka Tanrı Yoktur.